insan kendi hayatının başrol oyuncusudur.
ve hayat kaç sezon devam edeceğini bilemediğimiz bölümlerden ibaret değil mi?
Dünyaya geldiğimiz anda sahne ışıkları açılır, ilk repliklerimizi veririz ve hikâyemiz başlar. Yan roller değişir, bazı karakterler gelip geçer, bazıları uzun süre bizimle kalır ama ana karakter ölmeden dizi bitmez…
Kimimiz kısa bir mini dizi kadar sade ama yoğun bir hikâye yaşarız, kimimiz uzun soluklu ve bol bölümlü bir seriye dönüşürüz. Önemli olan sezonların uzunluğu değil… Her bölümün izleyicilerde bıraktığı etkiyle şekillenmez mi senaryo da oyuncu da…
Senaryoyu yazanda, yöneten de biz değiliz de en iyi şekilde oynayabildiğimiz sürece, işimizi en iyi yapabildiğimiz sürece, alkışlandığımız, takdir edildiğimiz sürece bir yıldız gibi hayatımızın baş rolünde parlamaz mıyız? Bazen dram olur, bazen komedi, bazen de sürprizlerle dolu bir macera… kimi zaman alkışlanır, kimi zaman eleştiriliriz.
Başrol olmak; sorumluluk almayı, seçimlerimizin ardında durmayı ve hikâyemize yön verecek cesareti bulmayı gerektirmedi mi?
O halde şimdi yeniden soralım mı kendimize: Hikâyenizi nasıl bir türde ilerletmek istediniz? Dram mı, komedi mi, ilham verici bir yolculuk mu? Her gün yeni bir sahne, yeni bir replik, yeni bir ihtimaldir. Ve sizin diziniz, sizin hikâyeniz, sizin seçimleriniz olmadı mı?
Unutmayalım ki; en güzel diziler, izleyicide iz bırakanlardır.
Bizim hikâyemiz de öyle olabildi mi? Repliklerimiz kalbimizde soluklanarak dilimizden döküldüğünde role de gerek kalmadığını anlayabildik mi?
Sonuçta hayat, en çok da şunu fısıldar:
“Bu sahnenin başrolü sensin. Oyna, hisset, yaşa.”
lizaçakır
